Bahar mevsimi 2008 yılının ilk aylarında devrimci, isyancı ruhları ateşledi… Elbette bu kendini aşma, yerinde duramamanın tek nedeni, Nevruz Gecesi toprağa düşen ve yeryüzünün damarlarına canlılığı aşılayan cemre değildi. Bir de içimizde, 21 Mart’ta vatansever öncü aydınları Ergenekon Tertibiyle esir alan Amerikancı, FETÖ’cü tertibe karşı yükselen öfke vardı.
>Ergenekon direnişi günlerinde Vatan Partisi öncülüğünde Silivri yollarına dökülen ateşli kalabalıklar arasında eylemci kardeşliği oluşmuştu. Bu direniş günlerinde kucaklaştığım insanlar bana şiir sipariş veriyorlardı: “Şair, şu 13 Aralık gününü yazsana!” ya da “Şair, barikatları nasıl yıktığımızı mutlaka yaz!” vb. Hayatım boyunca karşılaştığım bu türden talepleri, insanların ağzından toplumsal buyruğun yansıyan bir biçimi olarak algıladım.
>>AYDINLIKÇI ŞAİRİN SORUMLULUĞU
>Aydınlıkçı Şairler at üstünde dörtnala akıp giderken ok atan ve hedefi vurmak mecburiyetinde olan şairlerdir. Zorluk, ok atanın da, vurulacak hedefin de hareketli olmasındadır. Burada başarı, hemen işe koyulmak ve şiir atının hırçınlığını kontrol etmekle gelir. Bu zorluğu ancak, sağladığınız mesleki ustalıkla aşarsınız. O zaman dörtnala giden at sırtında geriye dönerek de ok atabilir, hedefi vurabilirsiniz.
>Silivri seferlerimizin birinde, soruları yanıtlarken devrimci, Aydınlıkçı şair olmanın yüklediği sorumluluğu benzetmelerle anlatmaya çalışırdım: “Bir yolcu kafilesi arazide yemek molası verdiğinde, diyelim, bir yemek masasına ihtiyaç duyulur. Ağaç kesilip bir masa yapılacaktır. Yolcular arsındaki marangozların çoğu işi küçümserken, biri öne çıkar ve işe koyulur. Balta, hızar, rende, çivi vs. derken kısa sürede yemek masası hazırdır. Yolcular üstünde yer içer, şarkı söyler. İş görülür. Fakat diyelim masanın bir bacağı da hafifçe oynamaktadır!” Sözümü bitirir bitirmez, bir bayan okurum hemen itiraz etti: “Hayır şair, hayır! Masalar harika, gayet sağlam! Emin olun…” diye itiraz etti. Ağzımı açamadan gruptan alkış koptu. Derdimi anlatmakta bu “Masa” benzetmesi işe yaramıştı.
>> MASA DA MASAYMIŞ HA!
>Şiirin bir toplumsal buyrukla yazıldığını Rus Devriminin büyük şairi Mayakovski’den okumuş, bunu Jean-Paul Sartre’ın denemelerinde belirttiği “sanatın sonuç olarak bir tür ‘siparişe’ dayandığı görüşüyle birbirine bağlamış ve deneyimlerimle doğrulamıştım. Derdimi anlatmakta başvurduğum bu masa eğretilemesine sonradan, büyük Fransız şairi Louis Aragon’da rastladım. Aragon 1947 yılında, Bel Kanto Günlükleri’nde marangoz – masa benzetmesinden söz ediyor ve şiiri salt biçime indirgeyen kaba yorumculara ve şiiri salt “büyü” olarak gören eleştirmenlere değiniyor: “Şiirden, fizik ya da marangozluktan söz eder gibi konuşan insanlar vardır. Bunlar, sözü aldıklarında, bakın bu olmamış, bunun yetkinliğini kanıtlayacak hayal gücü, bu işin üstesinden gelemiyor diye, ya da bu masa dingilliyor, üzerine dayanılmaz, üstüne bir çiçek vazosu bile konulmaz, demekten öte gidemezler,” diyerek, bu benzetmesiyle, benim ileri sürdüğüm Masa imgesini üst noktaya taşıyor.*
>>TOPLUMSAL BUYRUGUN YÜKÜ VE BÜYÜSÜ
>Şair için bütün mesele ele aldığı şeyin ne olduğu değil, içinde şiirin bulunup bulunmadığıdır. Toplumsal buyruk düzeyine ulaşmış isteklerde büyük ölçüde şiir vardır. Mesele o nesne, olay, olgu içindeki şiiri açığa çıkarmaktır. Bu karmaşık işi yapmaya başladığınız an, artık o herhangi bir nesne olmaktan çıkar ve insan imgeleminde hesaba kitaba gelmez bir derinlik boyutunda kendini var eder. İşte, “Ben şairim” diyenlerin önce ve anında bu uyarıları alması ve işe koyulması gerekir. Böyle durumlarda şair, zihninde oluşan ve kendini rahatsız etmeye başlayan süreci kendisine iletilen bir emir, bir yüce buyruk olarak algılar. Bu kendiliğinden gelişen şiir yazma emridir. Gereğinin yerine getirilmesi artık şairin gücüne, donanımına ve cesaretine kalır.
>Bazen de yaşanan toplumsal bir olayın uyarıları, yine toplumsal ruh bağıyla şaire iletilir. Buna da şaire verilmiş Toplumsal Buyruk diyoruz. Bu sessiz süreç sonucu şair, aldığı ve algıladığı emrin gereğini yerine getirmek üzere hareke geçer. Çünkü toplumsal görev paylaşımında bu “büyülü iş” şairliği meslek edinmiş kişilere verilir. Ben de mücadeleci bir şair olarak işimin, mesleğimin doğası gereği kendimi bütün varlığımla işime koştum. Şiir yazmayı, söylemeyi toplumsal gelişmenin, insanlık atılımlarının bir zorunluluğu olarak benimsedim hep. Bu şaire yüklenen Toplumsal Buyruğun dağ gibi ağırlığıdır, fakat bu yükün, kuş gibi uçurulması gerekir. Louis Aragon, Elsa’nın Gözleri’nin önsözünde şöyle diyor: “Mısra sanatı, zayıflıkları güzelliklere dönüştüren bir büyüdür!”
>> MASA MASA MASALLAMA
Bu kez peydahlanan bir Yuvarlak Masaya bir şeyler koymak bana nasip oldu. Görevi aldık kabul eyledik. Bizim Kutlu Sövgü’ye düşen iş fazla sürmedi… “Rahmetullahu ve bereketuhu” çekip “Masa Masa Masallama!” diyerek işe koyulduk:
Beşi adam, biri kadın masayı kurdular,
Masa yuvarlaktı, hatta masa yusyuvarlaktı…
Adamın biri şaşarak, yaklaşarak baktı:
Tabaklarda çiçekle süslü İnsan Hakları vardı,
Tabaklarda tarikat börekleri kat kat!
Küçük kâselerde TESEV şerbeti sebil idi,
Yanında demokrasi soslu, Soroslu bölücülük.
Masa, büyük patronun küçük ikramlarıyla dolu,
Lezzetine doyulmaz soslu ihanet boldu.
NATO mermisiyle vurulan serçenin budu vardı,
Afganlı bebeğin kanlı patikleri vardı mesela.
Babacanlısı masaya dilimli CIA keki koydu,
Masa bir sallandı, iki sallandı öyle kaldı,
Masada Halep’te öldürülenin son nefesi vardı.
Beşi adam, biri kadın masayı kurdular,
Masada kemik suyu dolu cam bardaklar vardı,
Libyalı kızın kanı çalkanırdı petrol içinde,
Masada Iraklı kadının son bakışı vardı,
Masada altı kristal bardak vardı, gözyaşı dolu,
Göbeklisi, çantadan FETÖ’yü çıkardı koydu,
Masa gitti geldi, “Allah’ından bul!” dedi…
Patron masaya “hadi aslanlarım” sotesini koydu.
Masa küreseldi, Exeter masanın çapı çapsızdı,
Adamlardan biri masaya kimliğini koydu,
Sakallı olanı masaya İslam-ı Kebiri Hal’i sürdü,
Masa tınmadı, ama rahatsızca bir iki titredi.
Birisi takdirnamesini koydu Pentagon mühürlü,
Öbürü Suriye kurbanlarının tam listesini,
Ardından süt şişesini koydu Filistinli çocuğun,
Düşürülen Rus Uçağının kara kutusunu koydu,
Ardından masaya Gladyo’yu, sokuşturdu.
Ne derdi Sebîlürreşâd yazarı bu sabiler için:
Nerede derdi masanın “Artı Bir” perdesiz sazı,
Ovanın otu, ayrığı burada, bağın Gül’ü nerede?
Top çevirmek için kaldı geride el hak,
Şu küresel enerjiye, şu stratejik dijital veriye bak.
Sıkı durun, öyle bir okuyup üfleyeceğim ki,
Derdi derinden, küresel masa uçacak yerinden.
Patron koydukça koyuyordu, ha bire, ha bire.
Kadın masaya bakanlık kartını koydu,
Patron masaya beş bin TIR dolusu silah koydu,
Kısa boylusu Karlof’un gözlüğünü koydu…
Masa da masaymış ha, bunlara dayanıyordu.
Derken, bir çocuk geldi masaya bir şiir koydu:
Masa da, adamlar da, kadın da masal oldu!
* Edip Cansever 1954’te “Masa da masaymış ha” ve Nazım Hikmet 1960’da “Salatalık”
şiirleriyle aynı Masa izleğini sürer.