DOĞU TABLETLERİ
Kırk Yedinci Tablet, Bedir
Er meydanına girince, dar vadiler geride kaldı.
Zülhuleyfe’de, güneşin ehram giydiği gün nerede?
Omuzlanan bitişik bahçeler karşılamıştı bizi,
Şimdi, isyanın ateşli dalgaları, kuzeye doğru kaydı.
Kaleler neyi korur, kimin mülkü kimin elinde?
Gün, meleğin indiği bağda zalim adına kargılandı,
Öncü huzurlu uyur, huzursuz ölen darda kaldı.
Bir de aynı yerin yamacında müşriklerin azap kuyusu,
Çöl yerinin kara büyüsü geldi de, yürek alp kaldı.
Şimdi, Bir-i Ali’nin derin suyu ve tarlaların kuru arkları,
Nasıl da göğeren nebatın kurtuluşuyla coşkun,
Sanırsın Uceyre’den geçen kervan kutlu yük çözdü de,
O kararsız gönlün çırpınışları çifte kanat saldı.
Hurmanın ve kademli suyun bereketi için, baş veren,
Karanfilin, zencefilin taşkın aşkıyla dipdiri,
Beyaz unun, zeytinin ve incirin çocukları burada.
Kumlu toprağın, onurun ve genç nefretin kovulmuşları,
Yurt kurduk birlikte, yıkılmış çadırların yerinde,
Devlet kurduk, akarak tunç gibi yön üstüne yön.
Bedrin aslanları nerede, nerede üç bin yılın naraları?
Altı yıl sonra, büyük hicretten gelen muştu,
Doldu toprak bir kaseye, kanımızdan şurup gibi.
Uzun Bedri Hanin, kısa mesafede gür berrak konak,
Kutsal Bahçe’de eşitlenen bereket ve esenlikti.
Şimdi, Harem-i Şerif’te ağlayan hurma kütüğü değil,
Bir boğazdan bir boğaza halklar yetim kaldı.
Güneş, toprağa basıp doğrulsa, başı gölgeliğe değer,
Musa’nın çardağı yeterdi dünyanın mülküne,
Yassı taştan yastık yeterdi, gülün baş koymasına.
Şimdi müşrik, beş mermer havuza girse sığmaz,
Yetim hakkı yiyenlerin parmağında zehr-i mücevher.
Göğün ağırlığı, sözün çanağı, düğüm Kabe’dir,
Zaferden dönünce, boynumuzda borç kaldı:
Gün aynı gündür, mazluma emir, devrimdir Bedir.