DOĞU TABLETLERİ
Kırk Dokuzuncu Tablet, Ey Nil!
Çıkar ortaya birden, yıllardır görünmeyen,
Taze toprak kokusu dolar Tahrir meydanına.
Geçer ulusal müzenin önünden,
Tanrı tabutlarına sürtünerek, ülkenin esmer oğlu.
Yırtar orada, besleme kralın ihramını,
Çıkarır ortaya zalimin çürüyen saltanatını.
Yarı beline kadar diklenir mumya, besmeleyle.
Parlak günler, nasıl da eridi, hurma yağında
Sandal gibi, gümüşçe suda, kaydı gitti.
Öyle bir haldeyim ki, yer mi geçti altımdan, acep
Ben mi uçmakta, kaçmaktayım, belli değil.
Daha kahredici ne vardır, vatanı yağmalatmaktan,
Daha acı ne vardır, düşmana katlanmaktan?
Ey Kahire! Ey Beyrut, Bağdat! İfriti ateşe at!
Ey Nil! Ey yedi başlı doğuda tek vekil,
Zırhlansın kıyıların, kalkışmanın büyüsüyle.
Çıkar balçıktan ata kılıcını, bir de o açsın gül gibi.
Ne oldu sana? Ya ayni! Ya habibi!
Nerede, alemi ateşleyen o zehir gözler?
Ey seni, altın saç bağı, atlı savaşçının sırtında,
Vursun tefe çöl kumu, ötsün tambura.
Kumullar, bağlar humar oldu! Yalan mı bunlar?
Ulusun yutkunuşunu görmüyor musun?
Ne oldu sana, iki gözüm! Ey sevgili!
Gazza’dan, Rafah’dan selam almıyor musun?
Ey sen, çöl aslanına söz dinleten kırbaç,
Boyun mu eğeceksin Teksas mandasına?
Nasıl bir ihtiyaç ki, dört bin yıl aç uyuyan piramit,
Yan yatıp, karnını kuma yapıştırmış…
Görünür dünya gözüyle, şehitler en uçta,
Genişler arka saflarda Arap soyunun alayları.
Belki, daha fazla bir özgürlük hazinesidir,
Sahra asilerinin kuşağında kurşun kurşun biriken,
Belki, Mısır’ın omurgadan ayaklanmasıdır.